Hakikaten Resûlullah'ın kavminin arasında kırk yıl boyunca doğru sözlü olması ve onlar arasında şöhret bulması; bundan da Önce kendi nefsine karşı dürüst olmasını gerektirir.
17/04/2008
HZ. PEYGAMBERİN DOĞUMUNDAN PEYGAMBER OLUŞUNA KADAR..
1- Resülullah (S.A.V.) ın Soyu, Doğumu Ve Süt Çocukluğu Dönemi
İbretler Ve Öğütler.
2- Resûlullah (S.A.V.)'In Şam'a İlk Yolculuğu Ve Rızık Yolundaki Gayreti
İbretler Ve Öğütler.
3- Resûlullah ( S. A.V.)’ın Hatice'nin Malıyla Ticaret Yapması Ve Onunla Evlenmesi
İbretler Ve Öğütler.
4- Resûlullah (S.A.V.)’ın Kabe'nin Yapımına İştirak Etmesi
İbretler Ve Öğütler.
5- Hîrâ Mağarasındakî İnziva.
İbretler Ve Öğütler.
6- Vahyin Başlangıcı
İbretler Ve Öğütler.
HZ. PEYGAMBERİN DOĞUMUNDAN PEYGAMBER OLUŞUNA KADAR
1- Resülullah (S.A.V.) ın Soyu, Doğumu Ve Süt Çocukluğu Dönemi
Allah Resûlü'nün soyu şöyledir: (Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib).
1- Abdullah.
2- Abdülmuttalib (Şeybetü'1-Hamd diye de çağırılır),
3- Hâşim,
4- Abdi Menâf (Asıl ismi Muğîre'dir),
5- Kusay (Zeyd diye de isimlendirilir),
6- Kilab,
7- Mürre,
8- Kâ'b.
9- Lüey,
10- Galib,
11- Fihr,
12- Mâlik,
13- Nadr,
14- Kinane,
15- Huzeyme,
16- Müdrike,
17- Ilyâs
18- Mudar,
19- Nizar,
20- Ma'ad,
21- Adnan.
Resûlullah (s.a.v.)'ın neseb-i şerifinden bu kadan üzerinde ittifak vardır. Ama bundan yukarısında ihtilâf edilmiştir. Aynı zamanda güvenilir de değildir. Ancak Adnan'ın, ibrahim Halllullah'ın oğlu ismail peygamberin torunlarından olduğunda ve Cenâb-ı Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i kabilelerin en temizinden, batınların (Oba, kabilenin kolu) en faziletlisinden, sulblerin (nesillerin) en pâ-kinden seçm-4 ulduğunda ihtilâf yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in soyuna câhiliyye kirlerinden hiçbir şey bulaşmamıştır.
Müslim, sahih bir senedle Resûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu nakleder: -Yüce Allah, İsmail'in oğullarından Kinâne'yi, nâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından beni süzüp çıkardı.»
Resûlullah (s.a.v.)'m doğumu «Fil yılı»nda olmuştu. Yâni Ebre-he el-Eşrem'in Mekke'ye yürüyüp, Kâbe-i Şerîf'i yıkmaya uğraştığı yıl. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'inde açıkladığı apaçık bir mucize ile onu, bunu yapmaktan menetmişti. Benimsenen görüşe göre, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğumu, Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi pazartesi günü olmuştur.
Resûlullah (s.a.v.) yetim olarak doğmuştu. Annesi, ona henüz iki aylık hâmile iken babası Abdullah vefat etmişti. Bu yüzden doğumdan itibaren dedesi Abdülmuttalib onu kendi himayesine almıştı. Dedesi onu - o zamanki Arap âdetine göre - Benî Sa'd bin Bekir kabilesinden Halime binti Ebî Züeyb adında bir kadına süt emzirmeye verdi.
Siyret nakilcileri, o yıl Benî Sa'd yurdunun kıtlığa mâruz kaldığı, oradaki hayvanların sütlerinin çekilmiş olduğu, otların kuruduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.), Halime'-nin evine gelir gelmez, onun kucağına konar konmaz çadırın etrafı tekrar yeşilliklerle doldu. Halime'nin koyunları otlaktan, karınlan tok, memeleri sütle dolu olarak dönmeye başladılar.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Sa'd oğulları yurdunda bulunduğu sırada, Müslim'in[1] de rivayet etmiş olduğu «Göğsünün yarılması : Şakku's-Sa'd» olayı meydana geldi. Bu olaydan sonra, Hz. Muhammed, beş yaşını tamamlamış olarak annesine geri verildi.
Hz. Muhammed (s.a.v.) altı yaşında iken annesi Hz. Âmine vefat etti. Bundan sonra, dedesi Abdülmuttalib'in vefatına kadar, onun himayesinde kaldı. Sekiz yaşını doldurmuş iken, o da vefat edince, bu sefer amcası Ebû Tâlib'in himayesinde kaldı. [2]
İbretler Ve Öğütler
Resûlullah (s.a.v.)'m siyretinin bu bölümünden aşağıda özetleyeceğimiz Önemli öğütler ve prensipler elde edilir:
1- Resûlullah (s.a.v.)'m şerefli soyunu açıkladığımız bölümde; Allahü Teâlâ'nm Arapları diğer insanlara üstün kıldığına, Ku-reyş kabilesini de diğer kabilelere göre daha faziletli kıldığına açıkça ibaret vardır. Okuyucu, bu işareti, Müslim'den rivayet ettiğimiz hadiste açıkça bulur. Aynı mânâda diğer birçok hadîsler de bulunmaktadır. Tirmizİ'nin rivayet ettiği şu hadîs bunlardan biridir: Re-sûlullah (bir gün) minbere çıktı ve: «Ben kimim?» diye buyurdu. Ashab: «Sen Allah'ın peygamberisin, sana selâm olsun!» dediler. Resûl-i Ekrem de: «Ben Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğlu Muham-med'im! Allah mahlûkatı yarattı ve beni onların en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları (Arap ve Arap olmayanlar Acem diye) iki fırkaya ayırdı ve beni onların en hayırlı fırkaları (Araplar) içinde kıldı. Sonra onları kabilelere ayırdı ve beni en hayırlı kabileleri (Kureyşî içinde kıldı. Sonra onları ailelere ayırdı ve beni aile olarak onların en hayırlısı, (şahıs) olarak da onların en hayırlısı kıldı» buyurdu.[3]
Dikkat!.. Resûlullah'm aralarında zuhur ettiği kavmi ve içinde doğduğu kabileyi sevmek, Resûlullah'ı sevmenin gereğidir. Bu sevgi fert ve cins yönünden değil, aksine mücerred hakikat yönün-dendir. Çünkü, o hakikî Kureyş araplığı, şübhesiz ki Resûlullah'm onlara intisabıyla şeref kazanmıştır.
Bazan Araplardan veya Kureyşlilerden bir kimsenin Allah Az-ze ve Celle'nin yolundan sapması ve Allah'ın kendi kulları için seçtiği İslâmiyet şerefinden aşağıya düşmesi bu sevgiye ters düşmez... Çünkü bu inhiraf Resûlullah ile o kişi arasındaki nisbeti ve bağlantıyı kaldırmış olur.
2- Resûlullah (s.a.v.)'ın yetim olarak dünyaya gelmesi, sonra çok uzun bir zaman geçmeden yine dedesini kaybetmesi, ayrıca hayatının çocukluk dönemini baba terbiyesinden ve gözetiminden uzak, anne sevgisi ve şefkatinden mahrum bir şekilde geçirmesi tesadüf kabilinden birşey değildir.
Gerçekten, Allah (c.c.î peygamberine birtakım büyük hikmetlere binâen bu tür bir yetişmeyi' uygun gördü. Belki de o hikmetlerin en önemlilerinden biri, bozguncular için, kalblere şübhe bırakmaya ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gençliğinden beri çağırdığı risâlet ve da'vetinin ilk bilgilerini babasının ve dedesinin yol göstermesi ve yönlendirmesi ile almış olduğunu söylemelerine fırsat vermemektir. Bu niçin olmasın? Çünkü Hz. Peygamber'in dedesi Ab-dülmuttalib kavminin başkanı idi. Bundan dolayı da, Kabe hizmetlerinden olan «Rifade ve Sikaye»[4]de ona aittir. Bir dedenin torunu' veya bir babanın kendi oğlunu bu geleneğe göre büyütmesi ve eğitmesi tabii bir şeydir.
îlâhî hikmet, bozguncular için, bu tür bir şübheye fırsat vermedi. Buna göre de Yüce Allah, Resulünü, çocukluk döneminden beri, anne-baba ve dede terbiyesinden uzak bir şekilde yetiştirdi. ResûluUah'ın çocukluk dönemini, tüm ailesinden uzakta, Sa'd Oğulları yurdunda geçirmesini yine ilâhi kader istemişti. Dedesi vefat edip, hicretten üç yıi öncesine kadar hayatta kalan amcası Ebû Tâlib'in vesayetine geçmesi ve Ebû Tâltb'in de müslümanhğı kabul etmemesi ilâhi kaderin bir başka yönüdür. Hz. Muhammed'in da'-vetlnde, amcasının rolü olduğu; mes'elenin, bir kabile veya aile, ya da başkanlık ve makam mes'elesi olduğu zannını vermesin diye, böyle olmuştur..
Yine ilâhî kader, Hz. Peygamber'in yetim olarak büyümesini; şımarıklığına engel olacak baba otoritesinden ve refah seviyesini arttıracak maldan uzak kalarak yalnızca ilâhî yardımın onun işlerini üstlenmesini murad etti ki, nefsi onu mal ve makama meylettirmesin; başkanlık ve liderlik arzusu ile etkilenmesin. Böyle olmasaydı, nübüvvetin kudsıyeu, halkın nazarında, dünya sevgisi ile birbirine karışırdı. Hattâ insanlar, Hz. Peygamber in, mal ve makama ulaşmak için peygamberlik yaptığını zannedebilirlerdi.
3- Siyerciler, Halime'nin otlaklarının kuruduktan sonra yeniden yeşermesini, yaşlı ve düşkün develerin memeleri kuruyup, sütleri çekilmiş iken, yeniden memelerine süt gelmesini ittifakla rivayet ederler. Bu olaylar, onun diğer çocuklar gibi küçük bir çocuk olduğu zaman dahi, yüce Rabbinin katındaki derecesinin yüksekliğine, şanının yüceliğine işaret ediyor. Allah'ın ona ikramının en barizi onu emzirme şerefine nail olan Halime'nin evinin, bolluk ve berekete gark olmasıdır. Bunda ne garabet, ne de şaşılacak bir durum vardır. Buna göre şeriatımız îslâmiyet, bize yağmur yağmadığı vakit, duamıza Allah'ın icabet edeceğini umarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ehl-i beytinden ve halktan sâlih kişilerin bereketiyle yağmur duasına çıkmamızı öğretmiştir* Hz. Muhammed (s.a.v.), Halime'nin kucağına oturmuş ve göğsüne yapışmış süt emen bir çocuk iken, o zaman, o yer Resûlullah ile nasıl şereflenmişti? Gerçekten, Resûlullah'm etrafındaki kurak arazinin yeşermesine sebeb olması, yeryüzü kaynaklarının ve gökyüzü damlacıklarının sebeb olmasından daha orijinal olduğunu, söylemek yerinde olur. Madem ki herşey Allah'ın elindedir ve bütün sebeblerin yaratıcısı O'dur. Ve yine Yüce Allah, Kitab'ında, gayet açık bir şekilde: -Biz seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik» buyurmaktadır. Öyle ise; O'nun lütuf ve bereket sebeblerinin başında gelmesi çok tabiîdir ve normaldir.
4- Resûlullah, Sa'd oğulları obasında bulunduğu sırada, vu-kubulan göğsünün yarılması hâdisesi, peygamberlik •irhasat»ından[5] ve Allahü Teâlâ'nm onu yüce bir göreve seçmesinin işaretlerinden sayılır. Bu hâdise, sahih tariklerle ve sahâbe-i kiramın birçoğundan rivayet edilmiştir. Müslim'in kendi sahihinde, rivayet ettiği şu aşağıdaki hadîsin senedinde sahâbe-i kiramdan Enes bin Mâlik bulunmaktadır: «Resûlullah Cs.a.v.) çocuklarla oynarken, Cibril ona geldi, onu aldı yere yatırdı ve kalbini, yardı. Kalbi dışarı çıkardı. Sonra kalbden bir kah pıhtısı çıkardı. Peygambere hitaben: Bu, şeytanın senden olan nasibidir, diye gösterdi. Sonra kalbi altundan bir tas içinde zemzem suyu ile yıkadı. Sonra kalbi kapadı. Daha honra onu kendi yerine iade etti. Bu sırada, çocuklar koşarak süt-annesinp geldiler vg Muhammed olduruldu, dediler. O, rengi soluk bir haldeydi[6]»
Bu hâdisenin hikmeti - Allah daha iyi b'lir Resûlullah'ın vücudunda bulunan şer guddesinin kökünü kazımak değildir. Çünkü şerrin kaynağı vücuttaki bir gudde (bez) veya vücudun bazı bölgelerindeki bir kan pıhtısı olsaydı, elbette, şerli bir kişinin cerrahî b:r ameliyatla hayırlı bir kişi olması mümkün olurdu. Fakat Öyle gözüküyor ki; asıl hikmet, Resûlullah'ın durumunu bildirmek, onu çocukluğundan beri vahiy ve günahsızlık (ismet) için hazırlamaktır. Ki bu durum, halkın ona iman etmesine ve onun risaletini tasdik etmesine daha uygun düşer. Bu duruma göre o ameliyat, manevî temlizlik ameliyesidir. Fakat o ameliyatta, halkın gözlerinin önünde ilâhi bir ilân olsun diye, maddî ve duyularla idrâk edilen bu şekil kullanıldı. Bu hâdisenin hikmeti ne olursa olsun, bu hâdisenin haberi, sahih bir şekilde sabit olduğuna göre; zahir ve hakikî manâsından uzaklaşarak, mânâsız, yapmacık ve kafadan atma bir te'vil çıkarmak için birtakım- gayretlere girmek gereksizdir. Bunu yapmaya uğraşan kişinin, Allah'a imanının zayıflığından başka birşeye hükmetmek mümkün değildir.
Şunu bilmeliyiz ki, haberi kabul etmemizde'ki ölçü, sadece rivayetin sıhhati ve doğruluğudur. Bu da açık ıbir şekilde sabit olduğuna göre artık kabul etmekten başka çare yoktur. Onu anlamak için de, eldeki ölçümüz, o vakit Arap dilinin anlamları ve kurallarıdır. Sözde asıl olan hakikattir. Eğer her araştırmacı ve okuyucunun, sözü gerçek mânâsından çıkarıp, hoşuna gidenleri seçmek için çeşitli mecazî mânâlara çevirmesi caiz olsaydı; elbette, dilin kıymeti gider, mânâları kaybolur, insanlarda uyandırdığı mânâlar da tersine dönerdi.
Sonra te'vil aramak ve hakikati inkâra yeltenmek de nedir? » Ama bu, ancak Allah'a iman zayıflığından ileri gelir, ikinci olarak da, Resûlullah'm nübüvvetine, onun risâletinln doğruluğuna olan iman zayıflığından kaynaklanır. Yoksa, hikmeti ve sebebi bilinsin bilinmesin, nakli sıhhatli olan şeylere inanmak çok kolaydır. [7]
2- Resûlullah (S.A.V.)'In Şam'a İlk Yolculuğu Ve Rızık Yolundaki Gayreti
Resûi-i Ekrem (s.a.v.) on iki yaşını tamamladığı vakit amcası Ebû TâLb bir ticaret kervanının başında Şam'a doğru hareket etmişti. Bu yolculukta Ebû Tâlib yeğenim de yanına almıştı. Kervan «Busra» denilen kasabada konaklayınca, burada Bahira denilen bir rahibe uğradılar. Rahib Bahira, İncil'i bilen, Hristiyanlığın Önemli hususlarından haberi olan, bir kişiydi. Rahib Bahira, Hz. Peygamber (s.a.v.)i burada gördü. Onun hakkında düşünmeye ve onunla konuşmaya başladı. Sonra rahib, Ebû Tâlib'e döndü ve ona şöyle dedi.
- Bu çocuk senin sulbünden midir? Ebû Tâlib de:
- Oğlumdur, dedi. (Ebû Tâlib, yeğenini çok sevdiğinden ve ona olan şefkatinden dolayı, oğlu olarak çağırıyordu.) Bunun üzerine Bahira, Ebû Tâlib'e:
- O senin oğlun değildir. Bu çocuğun babası yaşıyor olmamalı, dedi.'Ebû Tâlib de:
- Evet, ben onun amcasıyım. Bahira:
- Babası ne oldu? diye tekrar sordu. Ebû Tâlib:
- Annesi ona hâmile iken babası öldü, dedi. Bu sefer Bahira:
- Doğru söyledin. Onu hemen memleketine geri çevir. Yahudilerin ona zarar vermelerinden sakın. Vallahi, onlar bu çocuğu burada görecek olurlarsa, muhakkak ona zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü yeğeninde çok büyük bir hâl ve şan vardır* dedi Bu sözler üzerine, Ebû Tâlib onunla birlikte Mekke'ye dönmeye acele etti[8].
Sonra Resûlullah (s.a.v.î hayatının gençlik dönemini yaşamaya başladı. Geçimini sağlamak için çalışmaya koyuldu. Koyun gütmekle meşgul oluyordu. Daha sonra Resûlullah kendinden bahsederken, Buhâri'nin rivayetine göre: «Ben ehl-i Mekke'nin Kararlt'in-de koyun gütmüştüm» buyurduydu. Yüce Allah, Hz. Peygamber'i, bazı gençlerin yöneldiği oyun, eğlence ve boş yerlerden korudu. Aleyhissalâtü Vesselam kendi hayatını anlatırken şöyle buyurmuştur:
«Ben câhiliyyet devri insanlarının işledikleri birşeyi, iki defa işlemeye teşebbüs etmiş idiysem de, Allah benimle işlemek istediğim şey arasına girip, beni ondan alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.
Teşebbüs ettiğim şeye gelince: Bir gece, Mekke'nin yukarı taraflarında Kureyş'ten bir gençle birlikte kendi koyunlarımızı otlatıyordum. Ben o gence: «Eğer koyunuma bakarsan, ben de diğer gençler gibi, Mekke'ye gidip gece masalları toplantılarına katılayım» dedim. Arkadaşım: «Olur, istediğini yap» dedi. Ben bu arzumu yerine getirmek üzere yola çıktım. Mekke'nin evlerinden ilk evin yanına. geldiğim zaman, çalgı sesleri işittim. «Bu nedir?» diye sorunca; «Falanın oğlu, falanın kızı ile evleniyor» dediler. Hemen oturup dinlemeye başladım. Bu esnada Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakalmışım. Beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırdı. Hemen dönüp, arkadaşımın yanına geldim. Bana ne yaptığımı sordu. Ben de, ona basımdan geçenleri anlattım. Sonra yine başka bir gece arkadaşıma aynı şekilde ricada bulundum. O da, bu ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde; şu geçen geceki şeyler aynen başıma geldi Bundan sonra, bir daha da hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim[9]».
İbretler Ve Öğütler
Rahib Bahira'nın, Peygamberimizin durumundan haber vermesi -bu haber, bütün siyret âlimleri ve ravîlerinin rivayet ettiği bir hadistir. Ayrıca onu, Tirmizi, Ebû Mûsâ ei-Eş'ari'den uzunca bir şekilde rivayet etmiştir. Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i kitabın, Peygamberimizin bi'seti ve alâmetleri konusunda bilgileri bulunduğuna işaret etmektedir. Bu bilgiler, Tevrat ve incil'de, onun bi'seti ile ilgili delil ve evsafı konusunda gelen haberler vasıtasıyla elde edilmiştir. Buna işaretler çok ve yaygındır.
Siyret âlimlerinin rivayet ettiklerinden biri de şudur:
Yahudiler, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinden önce, Evs ve Hazrec kabilelerine karşı, ondan yardım umuyor ve şöyle diyorlardı: «Gerçekten, yakında bir peygamber gelecek, biz ona tâbi olacağız ve onunla birlikte sizi, Âd ve îrem kavimleri gibi öldüreceğiz[10]». Yahudiler gelecek peygambere tâbi olacaklarına dair verdikleri sözü tutmayınca, Allah (c.c.î bu konuda şu âyeti indirdi : «Vaktaki, onlara Allah katından, beraberlerindekini tasdik eden Kur'an geldi. Halbuki Kur'an gelmeden önce o müşriklere karşı yardım istiyorlardı tşte o bildikleri tpeyganıber) onlara gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirler üzerine olsun...[11]
Kurtubî ve başkaları şunu rivayet ediyorlar:
AUahü Teâlâ'nın, -Kendilerine kitab verdiklerimiz, o Resulü, öz oğullarım tanır gib: tanırlar. Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakikati bile bile gizlerler[12]» âyet-i kerimesi inince, Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) daha önce ehli kitabdan iken sonradan müs-lüman olmuş Abdullah bin Selâm'a: «Sen oğlunu tanıdığın gibi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i tanır mısın?» diye sormuştu. O da: «Evet, belki daha çok. Allah gökteki eminini (Cebrail) yerdeki eminine (önceki peygamberlere) onun sıfatı (onu tanıtacak vasıflar) ile gönderdi. Buna göre, ben de onu tanıdım. Kendi öz oğluma gelince, annesinin bana hıyanet edip etmediğini bilmiyorum» diyerek cevap verdi. Selmân-ı Fârisî'nin müslümanlığı kabul edişinin sebebi de, Hz. Peygamber'in geliş haberini ve vasıflarını İncil'den, Ruhbanlardan ve ehl-i kitab âlimlerinden araştırması olmuştu.
Ehl-i kitabtan birçoklarının bu bilgiyi inkâr etmeleri ve elde bulunan incil'lerde, Resûlullah (s.a.v.)'in adına işaret olunmayışı buna tezat teşkil etmez. Çünkü, bu kitablar üzerinde tebdil ve tağyirat açıkça bilinmektedir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurarak, bunu doğrulamaktadır: «Onların bir kısmının okuyup-yaz-ması yoktu. Kitabı bilmezlerdi. Bildikleri sadece birtakım yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler. Vay, kitab (Tevrat)'ı elleriyle yazıp sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay, ellerinin yazdıklarından dolayı başlarına geleceklere! Vay, kazandıklarına![13]».
Daha önce Resûlullah'ın etrafını kuşatan ilâhî ikramı; onun gelişiyle, Haîime'nin ev:nde meydana gelen bereketi görmüş olduğumuza göre; rızkını ve geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık etmesinde, Yüce Allah'ın seçkin kulları için dünyada beğendiği hayatın türüne işaret eden, büyük öneme haiz delâletler vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.) daha hayatının başlangıcında iken; ona refah yollarını açmak ve onu, çalışıp çabalamaya, yorulmaya ve rızık peşinde koşarak koyun gütmeye ihtiyaç duyurmayacak beçinı se-beblerini hazırlamak, ilâhî kudret için pek kolay gelirdi. Fakat Hik-met-i İlâhî bizden; insanın malının en hayırlısı kendi elinin emeğiyle, kendi toplumu ve hemcinslerinin çocuklarına sunduğu hizmetine karşılık kazandığı şeyler, malın en şerlisi de; kendisi sırtının üstüne yattığı halde, uğrunda herhangi bir yorgunluk görmeden, topluma herhangi bir fayda sağlamadan, elde ettiği şeyler olduğunu bilmemizi istiyor...
Sonra bir da'vetin sahibi, kazancını ve geçimini da'vetine veya halkın verdiği bağış ve hediyelere bağladığı sürece; dâvasının, halkın arasında herhangi bir kıymeti olmayacaktır. îslâm Da'veti'nln Önderi Hz. Mu ham m e d (s.a.v.) insanların en bağımsız ve hür olanıydı. Zira o, geçimini şahsi gayretine veya bağış kabul etmeyen şerefli bir kaynağa dayamıştı ki, kimseye minnet borcu olmasın veya hakkı haykırmasına engel olacak dünya malı bulunmasın!...
Resûlullah bu dönemde bu tür bir düşünceyi aklından geçir-memiş olsa da -ki o, ilâhî da'vet ve risâlet işinin kendisine verileceğini bilmiyordu - yine. Yüce Allah'ın kendisine hazırladığı bu yol, böyle bir hikmeti ihtiva ediyor. Ve bu yol, şunu da açıklıyor: Yüce Allah, Resûlü'nün bi'setinden sonra onun da'vetine olumsuz bir etkide bulunacak şeylerin olmamasını murad etmiştir.
Resûlullah kendinden bahsederken, Yüce Allah'ın, kendisini, çocukluğundan beri, her türlü kötülüklerden koruduğunu haber vermesi; her biri büyük önem taşıyan iki hakikati bize açıklıyor:
Birinci Hakikat: Resûlullah (s.a.v.), insanî özelliklerin tümüyle donatılmıştı. Yâni o da, her genç gibi, Yüce Allah'ın insanı, üzerinde yaratmış olduğu fıtrî temayüllerin birçoğunu kendinde buluyordu. O, eğlence ve gece sohbetinin anlamını idrak ediyor, bundaki lezzeti duyuyordu. Nefsi de onu diğerlerinin hoşlandığı ve zevk aldığı şeylerden yararlanmaya zorluyordu.
İkinci Hakikat: Bununla beraber, Allahü Teâlâ, Resûlü'nü her türlü sapıklık ve ahlâksızlıktan, da'vetiyle bağdaşmayacak davranışlardan korumuştu. Hattâ o, nefsi arzularına boyun eğmekten, kendisini koruyacak bir şeriata veya vahy-i ilâhîye mazhar olmadan önce; diğer gizli bir koruyucu buluyor, tlâhî kaderin; îslâm şeriatını yaymak, güzel ahlâkı tamamlamak için yetiştirdiği kimiye yakışmayacak nefsani arzular ile peygamberin arasına girer bu gizli koruyucu...
Bu iki gerçeğin Resûlullah'ta bulunması, açıkça şuna işaret eder: Terbiye ve yönlendirme gibi basit vasıta ve sebebler olmadan; özel bir inâyet-i Rabbani, Resûlullah'ın elinden tutar ve yürütür. Etrafında bulunan komşuları, soydaşları ve ailesi doğru yoldan sapmış ve bu yoldan habersiz iken; onu şu doğru yola sevkedecek kim var?...
Şübhesiz ki, Allah'ın ona gençlik döneminde bile, câhiliyye karanlığını yırtacak nurlu bir yol çizmesinde lütfettiği bu özel himaye, onun peygamberlik için nasıl hazırlandığının delili, aynı zamanda, hayatında takip ettiği fikrî, ahlakî ve hissi tutum ve şahsiyetinin de temeli olan peygamberliğinin en büyük isbatıdır...
En büyük Sevgilinin (s.a.v.) nefsini; şehvetten ve arzularını tatmine zorlayıcı güdü (rnotiv Herden arındırmış olarak dünyaya getirmek, Yüce Yaratıcı'ya göre çok kolay bir işti. O zaman da; Mekke'ye in'p halkın eğlendiği evleri bulmak için koyunlarım arkadaşına bırakmaya sevkedecek bir motivi kendinde bulamıyacaktı. Ne var ki bu husus; onun ruhî yapısındaki bozuklukların çokluğuna delâlet etmez. Halbuki her asırda ve her millette Örnekleri görülen bir vakıadır bu. O halde:
Resûlullah'ın tabiatındaki motivlerin varlığına rağmen, ona uygunsuz işlerde engel olan gizli yardımın delâletleri böyle değildir. Ancak Yüce Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili ilâhî yardımı, insanlara açıklamak istedi ki; onun risâletine inanmak kolaylaşsın ve kafalarından, doğruluğu konusundaki şübhe belirtileri uzaklaşsın. [14]
3- Resûlullah ( S. A.V.)’ın Hatice'nin Malıyla Ticaret Yapması Ve Onunla Evlenmesi
Hz. Hatice (r.a.) -Îbnu'1-Esîr ve tbn-i Hişâm'ın rivayet ettiği gibi- şeref ve mal sahibi tüccar bir kadındı. Malının başına adamlar kiralıyor, onlara sermaye veriyor, kârına onları ortak ediyordu. Resûlullah (s.a.v.î'ın doğru sözlülüğü son derece güvenilirliği ve güzel ahlâkını öğrenince, malının başında Şam'a tüccar olarak gitmesi için Peygamberimize haberci gönderdi. Kendisine, başkalarına verdiğinden daha fazlasını vereceğini ve kölesi Meysere'yi de yanına katacağını bildirdi. Hz. Muhammed (s.a.v.) bu teklifi kabul etti. Hemen, Hz. Hatice'nin malının başında bir yetkili olarak, Meyse-re ile birlikte Şam'a doğru yola çıktı. Allah'ın yardımı, onunla diğer yolculuklardan daha çok bu ticarî yolculukta beraber oldu. Hz. Hatice'nin yanına kat kat kârla döndü. Hz. Muhammed (s.a.v.) üzerindeki emaneti Hatice'ye tam bir güven ve büyük bir dürüstlük içinde takdim etti. Hz. Hatice'nin kölesi Meysere, Hz. Muhammed'-in hususiyetlerini ve ahlâkının yüceliğini tanımış, ona karşı gönlü hayranlıkla dolmuştu. Bütün bunları, Hz. Hatice'ye anlattı.
Bunun üzerine Hatice, Peygamberimizin son derece güvenilirliğini beğendi. Belki de, Hz. Hatice bu yüzden kendisine gelen kâra hayret etti. Hemen dostu Nefise binti Müneyye vasıtasıyla Hz. Mu-hammed'e evlenme teklifinde bulundu. Peygamberimiz de bu teklifi kabul edip, bu konuda amcalarıyla konuştu. Onlar da, Hatice'yi, amcası Amr bin Esed'den yeğenlerine istediler. Hz. Peygamber y.'r-mi beş yaşında, Hatice de kırk yaşında iken evlendiler.
Hz. Hatice fr.a.), Peygamberimizle evlenmeden önce iki kişiyle evlenmişti. Birincisi Atik bin Âiz et-Temimî'dir. Ondan sonra da Ebû Hâle et-Temiml'dir. Bu kişinin asıl ismi, Hind bin Zürâre'dir.[15]
İbretler Ve Öğütler
Allah Resûlü'nün, Hz. Hatice'nin malının başındaki çalışması, koyun gütmekle başlayan çalışma hayatını sürdürmekten ibarettir. Bununla alâkalı hikmet ve ibret yönlerini açıklamıştık.
Hz. Hatice'nin faziletine ve Resûlullah'ın hayatındaki yerine gelince-, Resûlullah'ın yanında ve hayatı boyunca onun yüksek bir mevkisi vardır. Buhâri ve Müslim'de onun kendi dönemi kadınlarının mutlak olarak en hayırlısı olduğu sabittir.
Buhâri ve Müslim, Hz. Ali'den, Resûlulîah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Zamanındaki dünya kadınlarının en hayırlısı, îmrân'ın kızı Meryem'dir. Bu ümmetin kadınlarının, kendi zamanın-dakilerinin en hayırlısı da Hüveylid'in kızı Hatice'dir.»
Yine Buhâri ve Müslim, Hz. Âişe'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Peygamberin kadınlarına karşı kıskançlık duymadım. Ancak Hatice'ye karşı kıskançlık duydum. Halbuki ben ona erişememiştim.» Yine Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: «ResûluIIah (s.a.v.) bir koyun kestiği zaman: «Bunun etinden Hatice'nin sadık dostlarına gönderiniz!» demek alışkanlığında idi. Bir gün Peygamber (s.a.v.)'e öfkelendim de: «Hatice'de ne var ki» deyiverdim. Bunun üzerine Resûluîlah: «Hiç şübhe yok ki, ben onun sevgisi ile rızıklandırılmışımdır» buyurdu[16]».
îmam Ahmed ve Taberâni, mesrûk tarikıyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Resûlullah (s.a.v.), Hatice'yi anmadan ve ona güzel Övgüler sunmadan nerdeyse evden dışarı çıkmazdı. Yine günlerden bir gün onu andı. Bunun üzerine beni ağlamak tuttu. Ben Resûlullah'a: «O ancak yaşlı bir kadındır. Allah sana ondan daha hayırlısını vermiştir» dedim. Bunun üzerine Resûlullah kızdı, sonra: «Hayır, vallahi Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi. Çünkü halk bana inanmazken o inandı. İnsanlar beni yalanlarken, o beni tasdik etti. Halk bana herşeyi yasakladığı vakit, o beni malıyla destekledi. Diğer hanımlarımdan çocuğum olmadığı halde, Allah ondan bana çocuk ihsan etti» buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.)'m, Hz. Hatice ile evlenme olayına gelince: Ha-k ak i ten bu evlilikten insanın aklına ilk gelen şey, Resûlullah'ın bedeni nazların vasıtalarına ve tamamlayıcılarına önem vermediğidir. Şayet o diğer genç akranları gibi buna önem vermiş olsaydı, elbette, kendisinden yaşça daha küçük olan kadın veya en azından kendisinden büyük olmayan bir kadına rağbet ederdi. Bize öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber sadece Hatice (r.a.)'nin şerefine ve kavmi ile toplumunun arasındaki faziletine rağbet etmişti. Hattâ Hz. Hatice câhiliyyet döneminde bile «el-Afife: Çok iffetli» ve «et-Tâhire: Çok namuslu, çok temiz kadın» lâkabları ile şöhret bulmuştu.
Bu evlilik, Hz. Hatice'nin altmışbeş yaşında vefatına kadar ve Resûlullah'ın da elli yasına yaklaşıncaya kadar devam etti. Resûlullah (s.a.v.) bu evlilik suresince herhangi bir kadınla veya diğer bir genç kızla evlenmeyi aklından bile geçirmedi. Halbuki insanın yirmi ile elli yaş arası öyle bir dönemidir ki, çok kadınla evlenme arzusu ve cinsel duyguların etkisiyle teaddüd-ü zevcata meyil, bu dönemde depreşir.
Fakat daha önce de dediğimiz gibi; Hz. Muhammed bu dönemini; Hatice gibi bir kadınla ve bir câriye ile, evlenmeyi düşünmeden geçirdi. Şayet o böyle bir arzuyu taşısaydı, elbette örfün, alışkanlıkların ve insanlar arasındaki âdetlerin dışına çıkmadan birçok câriye veya hanım bulabilirdi. Halbuki o, dul bir kadın olan ve yaşı kendisinin iki katına yaklaşan Hz. Hatice ile evlenmişti...
Resûlullah'ın, kendisinden daha yaşlı bir kadınla evlenişi; müsteşriklerle misyonerlerden, bir de; (Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: «...Bağırıp çağırmadan başka birşey duymayarak haykıran...») koyun gibi müsteşriklerin ve misyonerlerin ardından yürüyen sadık kölelerden... îslâm Dinine ve onun hâk'miyyetine karşı kalblerinde kin taşıyan bu kişilerden her birinin ağızlarına gem vuruyor: Hani ya bu müsteşrikler ve misyonerlerle onların sadık köleleri, Resû-lullah'm evliliği mevzuunda, İslâm'a saldırılabilecek bir alan ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şahsiyetinin tahkir edilebileceği bir yan bulacaklarını zannettiler. Yine onlar, Resûlullah'ı, evinin geçiminde ve peygamberlik işlerinde kalb ve ruh iffetinden uzaklaşmış, maddî zevklere dalmış, şehvetperest bir adam şeklinde, halka tanıtmayı plânlıyorlar.
Misyonerlerin ve müsteşriklerin çoğunun İslâm'a karşı olmayı meslek haline getirmiş düşmanlar olduğu bilinmektedir. Onlar bu dini kötülemeyi san'at edinmişlerdir. Buna da bir hayli gayret gösteriyorlar ve ondan, bilindiği gibi birşeyler kazanmaya bakıyorlar. Onların peşinden giden gafiller ise, çoğu kulaktan dolma bilgilerine göre ve başkalarını taklit etmek suretiyle, İslâm'a karşı düşmanca tavır alıyorlar. Anlamak ve araştırmak için zihinlerini açmak, meseleyi kavramak yerine, bütün gayretleri ancak taklit ve başkalarına uymaktan ibaret kalıyor. Yine onların İslâm'a olan düşmanlık-: lan, sadece, insanın halk arasında belli bir ekole mensup olduğunu bildirmek için yakasına taktığı rozet nev'inden birşeydir! Rozetin ise, sembolden öte birşey olmadığı da bilinmektedir... Buna göre, bu kişilerin İslâm'a olan düşmanlıkları; insanlar arasında kendi kimliklerini ortaya koyan bir sembol oluyor. Şöyle ki, onların bu durumda, İslâm tarihi hakkında hiçbir şeye sahip olmadıkları anlaşılıyor. İslâm'a olan ilgileri ise, yalnızca misyonerlerin ve müsteşriklerin emperyalist zihniyetteki çalışmalarında kendini gösteren sömürge fikrinde olan eğilimlerinden ibarettir. Bu da onların, herhangi bir araştırmaya ve anlamaya lüzum görmeden peşin tercihleri^ dir. Evet onların İslâm'a olan husumetleri bile ancak kendi milletleri ve toplumları arasında, kendilerini onunla tanıttıkları yaftadan ibarettir. Yoksa, belgelemek veya araştırmak kastıyla yapılan fikri 1 bir çalışma değildir[17].
Ancak, Resûlullah (s.a.v.)'ın evliliği konusu, İslâm düşmanlarının gündeme getirdiklerinin tamamen aksine; ileri görüşlü bir müs-lümanın, dinini tanıyan, peygamberinin siyretini (yaşayışım) iyi bilen bir mü'minin; kendisine birtakım deliller çıkarabileceği konuların en kolayıdır.
İslâm düşmanları ve onların sadık kullan, Hz. Peygamber'in şahsiyetini bedensel hazîara dalmış şehvetperest bir kişinin suretiyle benzeştirmek istiyorlar! Halbuki Resûl-i Ekrem'in evliliği konusu, bunun tam aksini isbata tek başına yeterli bir delildir. Çünkü, şehvetine düşkün bir adam, yirmi beş yaşına kadar, cahiliyyet çukuruna düşmüş Arap toplumu, gibi bir toplumda, etrafında cereyan eden bozuk davranışlara tenezzül etmeden, namuslu ve iffetli olarak yaşayamaz. Yine, şehvetine düşkün bir adam kendi yaşının iki katına yakın dul bir kadınla evlenmeyi kabul etmez. Sonra O, etrafındaki herhangi birşeye gözünü çevirmeksizin Hz. Hatice ile birlikte yaşıyor. Halbuki etrafında birçok imkânlar bulunmaktaydı. Gençlik çağım aşıp ihtiyarlık gelip çatmadan bu tür şeylere yol bulabilirdi.
Hz. Peygamber'in, Hz. Âişe ve diğer hanımları ile evlenmesi olaylarına gelince; gerçekten onların her birinde önemli sebeb ve her evlilik için bir hikmet ve çok önemli bir gaye vardır ki; bu sebeb ve hikmetler bir müslümanm, Hz. Peygamber'in azametine, çanının yüceliğine ve ahlâkının olgunluğuna olan imanını artırır... Hikmet ve sebeb ne olursa olsun, kesin gerçek şu ki, O'nun evliliğinin sadece bir ihtiyacı yerine getirme ve cinsel arzusunu tatmin etme şeklinde olması mümkün değildir... Çünkü O, bu durumda olsaydı, elbette bu istek ve arzularının esas döneminde nefsanî arzu ve ihtiyaçlarını gidermek istemesi daha uygun olurdu... Hele özellikle o döneminde bu türlü düşünce ve fikirden uzaktı. Yâni, yaratılışın gereği olan ihtiyaçlardan onu alıkoyacak kadar meşgalesi ve insanları Hakk'a çağırma düşüncesi yoktu...
Biz Resûlullah'ın evliliği konusunu savunma hususunda birçok araştırmacıların yaptığı şekilde mübalâğa etmeyi düşünmüyoruz. .
Çünkü her ne kadar İslâm düşmanları Hz. Peygamber'in evlilik konusuna şübhe gözü ile bakmak isteseler bile, biz bu problemi çözmek için araştırma ve tetkike ihtiyaç duyulacağına inanmıyoruz. (Şunu vurgulamak isteriz):
İslâm hakikatlarından nice mes'ele vardır ki, îslâm düşmanları, onları kendileri iptal etmek yerine-, müslümanlan onları savunmak için münakaşa alanına çekerek (sulandırmak isterler... Biz bu oyuna gelmeyiz!..) [18]
4- Resûlullah (S.A.V.)’ın Kabe'nin Yapımına İştirak Etmesi
Kâbe-i Şerif, Allah'a ibâdet etmek ve orada O'nu birlemek için Allah adına yapılmış ilk binadır. Peygamberler babası diye bilinen İbrahim (a.s.) putlarla savaştıktan ve içinde putların dikildiği ma'-betleri yıktıktan sonra, Kabe'yi inşâ etti. İbrahim (a.s.) Kur'ân-ı Kerîm'in şu beyanına göre, AUah katından kendisine gelen vahiyle orayı yaptı: «Hani İbrahim o beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu.» (Bu sırada onlar şöyle dua etmişlerdi): -Ey Rab-bimiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur! Şübhesiz ki hakkıyla işiten, kemâliyle bilen sensin, sen![19]».
Kâbe-i Muazzama, bundan sonra, duvarlarını çatlatan, yapısını yıkan birçok felâketlere mâruz kaldı. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ilâhi tebliğle görevlendirilmesinden birkaç yıl önce Mekke vadisinden gelen büyük sel de, bu felâketlerin arasındadır. Bu sel felâketi, duvarların çatlamasına, binanın bazı yerlerinin yıkılmasına sebeb olmuştu. Kureyş, Kâbe-i Şerife aşırı hürmetinden ve saygısından dolayı, yıkıp yeniden sağlam bir şekilde yapma cesaretim kendi nde bulamıyordu. Araplar arasında Kabe'ye karşı ta'zim ve hürmet, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın şeriatından muhafaza edilegelen izlerdendi.
Resûlullah (s.a.v.), bi'setinden önce Kabe'nin tamirine ve yeniden sağlam bir şekilde yapılmasına fiilî olarak katılmıştı. Belinde yalnızca izan bulunduğu halde taş taşımıştı. Hz. Peygamber o zaman, sahih rivayete göre otuz beş yaşlarında bulunmaktaydı.
Buhârî Sahih'inde, Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan şu hadisi rivayet eder:
«Kabe tamir edilirken Hz. Muhammed ve amcası Hz. Abbas (r.a ) taş getirmeye gittiler. Hz. Abbas (r.a.). Peygamberimize, «îzarmı çıkarıp boynuna koysana!» dedi. Peygamberimiz, amcasının dedı^ ğini yapınca birdenbire yere kapaklandı, gözleri havaya dikildi. Bunun üzerine Peygamberimiz: «tzarımı bana ver» dedi ve tekrar eskisi gibi bağladı[20]».
Hacerü'l-Esved (Kara Taş)'i yerine koyma şerefine kavuşmak için kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Anlaşmazlığın çözümünde Resûlullah'ın etkisi büyült oldu. Bütün kabileler onun güvenilir ve herkes tarafından sevilir biri olduğunu bildikleri için, önerdiği çözüme içtenlikle boyun eğdiler. [21]
İbretler Ve Öğütler
Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatından bu bölümde yapacağımız açıklamalarda dört hususu ortaya koyacağız:
Birinci husus : Kabe'nin önemi ve Yüce Allah'ın yeryüzünde ona bahşettiği kudsiyet. Hz. ibrahim'in, Allah'ın emriyle, insanlara huzur, ve güven kaynağı; ona ibâdet için ilk ev olsun diye Kabe'yi yapmaya teşebbüs etmesi buna delil olarak yeter.
Ancak bu, Kabe'nin etrafında tavaf edenler ve orada ibâdet etmek için kalanlar üzerinde bir etkisinin olmasını gerektirmez. Ka-be-i Şerif, (Allah katında büyük bir şeref ve kudsîliğe mazhar olmasına rağmen) zarar ya d afaydası dokunmayan taş bir binadır. Fakat Allahü Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)'i putları ve tağutları kırmak, puthaneleri yıkmak, puta tapıcılığı bâtıl ilân etmek ve putlarla ilgili alâmet ve âdetleri geçersiz kılmak için peygamber olarak gönderdiği vakit, ilâhî hikmet onun yeryüzünde Allah'ın birliğini ve yalnızca O'na kulluğu temsil etsin; zamanla dinin ve ibâdetin gerçek mânâsım, şirk ve puta tapıcılığın bâtıllığını açıklasın diye bir bina1 yükseltmesini emretmişti. İnsanlığın, putlara, taşlara ve tağutlara ibâdet ve kulluk etmeyi din kabul ettiği dönemde; onların bâtıl olduk* larınm ve tümünün değersiz ve geçersiz olduklarının anlaşılması zamanı gelmişti. Yine bu ma'bedlerin yerine Tevhid inancını temsil eden yeni bir simge (Kâbe)'nin konulmasının da vakti gelip çatmıştı. Tek olan Allah'a ibâdetin yerine getirildiği bu ma'bede insan,, izzetini korumak ve şu kâinatın yaratıcısından başkasına boyun eğmemek ve zillete düşmemek için girer. Allah'ın birliğine inanan, O'nun dinine giren mü'minler için, mutlaka birbirlerini tanımakta yararlı olacak bir vasıta ve sığınacakları bir melce' olması gereklidir. Varsın ülkeleri değişik olsun, yurtları birbirine u/.ak olsun, dilleri ve ırkları çe^.tli olsun rinenılı değildir... Buna da Allah'ın birliğini temsil ettiği, putların ve şirkin sapıklığını reddetmesi için yapılmış olan bu kuLsal evden dana uygunu yoktur Çünkü Kabe, tüm1 mü'minler için bir sığınak ve onları birbirine bağlayan bir rabıtada. Mü'minler Kabe'nin himayesinde tanışırlar ve hak üzere orada buluşurlar. Her ne kadar geçersiz tanrılar dikilse de, zamanın ve asırların geçmesine rağmen bâtıl bir şekilde tanrılıkları savunulan insanlar ortaya çıkarılsa da, Kabe, dünyanın her köşesinde müs-lümanlann tek vücud olmasını sağlayan, Allah'ın birliğini ve yalnızca O'na ibâdet edilmesi gerektiğim açıklayan bir alamettir, bir simgedir...
Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'indeki; «Hani beyt-i şerifi insanlar için bir toplantı yeri ve emin bir mahal yapmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin[22]» âyetinin anlamı budur. Allah'a kulluk etmenin manâsıyla ve ilâhi emirleri yerine getirme duygusuyla kalbi dolup taşarak Beyt-i Haram'ı tavaf eden bir müs-lümanm kafasından geçen mânâ da budur. Çünkü ubûdiyyet, emirler topluluğudur. Abd (kul) ise kendisine emredileni yerine getüv mekle ve emri baş üstüne, diyerek kabul etmekle yükümlüdür. Kabe'nin kutsallığı, Allah katındaki yerinin yüceliği, bundan gelmektedir. Ve onu haccetmek zarureti, etrafım dolaşma şartı da bundan gerekli olmaktadır.
İkinci husus:Kabe'nin birbiri ardına yıkılışının ve yapılışının açıklanması: Kâbe-i Şerif, kesin bilgilere göre, tarih içinde dört kere yapılmıştır. Bu dört defanın dışında şübhe ve ihtilâf edilmiştir.
İlk yapılışına gelince, bu, İbrahim Aleyhisselâm'ın, oğlu İsmail (a.s.)'in yardımıyla yaptıkları binadır. Bu da, Hz. İbrahim'in, Rab-binden kendisine gelen emri yerine getirmesi ile olmuştur. Nitekim bu husus, Kur'ân-ı Kerim'in, en sahih hadîslerin açıklanmasıyla sabittir. Kur'ân-ı Kerim de bu hususta şöyle buyurur: «Hani, İbrahim o, Kabe'nin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu. (Onlar şöyle dua etmişlerdi): Ey Rabbimiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur! Şübhesiz ki, hakkıyla işiten, kemâliyle bilen sensin, sen.[23]
Sünnette ise, bu konuda birçok hadisi şerif bulunmaktadır. Bu-harî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadis onlardan biridir: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: «İbrahim: Ey İsmail, Yüce Allah, hakikaten bana bir emir verdi. O da: Rabbinin sana emrettiğini yap, dedi. İbrahim (a.s.), oğluna: Bana yardım eder misin? diye ricada bulundu. İsmail (a.s.) de: Evet, yardım ederim, dedi. İbrahim (a.s.) civardaki yüksek bir tepeye işaret ederek, AUahü Teâlâ burada bana bir ev (bina) yapmamı emretti, dedi... İbn Abbas (r.a.) rivayetine devamla der ki; İbrahim ile İsmail işte orada Kabe'nin temellerini atıp, duvarlarını yükselttiler. İsmail taş getirir, İbrahim de binayı yapardı...[24]».
Zerkeşi, el-Ezrakİ'nin «Tarih-i Mekke» adlı kitabından şunu nak-letmiştir: «İbrahim (a.s.) Kabe'nin yüksekliğini yedi zira', uzunluğunu otuz zira', enini ise yirmi iki zira' olarak ve tavansız bir şekilde yaptı[25]».
Tarihçi ve siyerci es-Süheylî, Kabe'nin yüksekliğinin dokuz zira' olduğunu nakleder[26].
Ben bu rivayetin, el-Ezrakfnin rivayetinden doğruya daha yakın olduğunu söyleyebilirim...
Kabe'nin ikinci kere yapılışı: Bu da, İslâm'dan önce Kureyş'in yaptığı ve yukarıda da zikrettiğimiz gibi yapılışına Peygamberimizin de iştirak ettiği onarımdır. Bu sefer Kureyş, yüksekliğini onsekiz zira'ya çıkarırken, el-Hıcr denilen yeri dışarıda bırakıp, zemini altı küsur zira' daralttılar[27].
Bu konuda, Hz. Resûlullah (s.a.v.), Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyuruyor: «Yâ Âişe! Kavmin câhiliyyet dönemine yakın olmasaydı, Beyt'i, emreder yıktırırdım. Kabe'ye daha önce hariç bırakılan Hıcr'ı ilhak ederdim. Beyt-i Şerifi zemin seviyesine indirir, doğu kapısı ve batı kapısı olmak üzere iki kapı yapardım. Ve böylece, İbrahim'in inşâ ettiği plâna onu ulaştırmış olurdum.[28]
Kabe'nin üçüncü kere yapılışı : Kabe, Muâviye'nin oğlu Yezid zamanında, Şam ordusu Mekke'yi almak için harbettiği sırada yani-vermişti. Olayın özeti şöyledir: Şam ordusu, Yezid bin Muâviye'nin emriyle Husayn bin Nümeyr es-Sükveni komutasında; Hicri 36. yılın sonlarında, Mekke'de, Abdullah bin ez-Zübeyr'i kuşattılar. Mancınıkla, Kabe'ye fyafjfu fitil ve taş) attılar. Bunun neticesinde Kâbe-i Şerif yıkıldı ve yakıldı. İbn Zübeyr (r.a.) Hac mevsiminde hacıların gelmesini bekledi. Hacılar gelince onlara:
- Ey insanlar! Kabe hakkındaki fikrinizi bana söyleyin. Bu Kabe'yi yıkıp, yeniden mi yapayım, yoksa yıkılan yerlerini mi ona-rayım? diye sordu. Abdullah îbn-i Abbas (r.a.): — Benim kanaatime göre, yıkılmış yerlerini onaralım, Beyt'i Hz. Muhammed (s.a.v.)'-in peygamber olarak gönderildiği ve insanların da İslâm'a girdikle-zamanki hâl üzere bırakıp, Peygamberin ve o zamanki müslü-manlann muhterem hatıralarını taşıyan Kabe'yi ve her taşını o ebedi hatıralarla başbaşa bırakmalısın, dedi. îbn Zübeyr bunun üzerine: — Fakat sizden birinizin evi yanmış olsa, o yanık evini yenile-medikçe rahat edemez. Rabbımzın Beyti'nin bu halde kalmasına nasıl gönlünüz razı olur? Binâenaleyh ben Rabbimden üç defa istihare edeceğim. Ondan sonra işime karar verip, azimle hareket edeceğim, diye kararını açıkladı. Üç gün sonra Kabe'yi yıkmaya başladı. Hattâ duvarlarım yer seviyesine indirdiler. Îbn Zübeyr, Kabe'nin etrafına direkler diktirip, bunları örtülerle kapattı. Sonra binayı yükseltmeye başladılar. îbn Zübeyr, Kabe'nin daha evvel Kureyş tarafından dışarıda bırakılan altı zira'lık kısmım ona ilâve etti. Yüksekliğine de on zira' daha ilâve yaptılar. Birinden girilmek, öbüründen çıkılmak üzere iki de kapı yaptırdı. Ancak îbn Zübeyr'e, Kabe'ye bu fazlalığı ilâve etmeye cesaret veren, Hz. Âişe'nin Resûlul-lah'tan rivayet ettiği hadib olmuştur[29].
Kabe'nin dördüncü kere yapılışı: Kabe tbn Züboyr'in şehid edilmesinden sonra tekrar yapılmıştır. İmam Müslim, Sahîh'inde Ata bin Ebİ Rebah'tan şu haberi nakleder: îbn Zübeyr şehid edilince, Haccâc, Abdülmelik Îbn Mervân'a bir mektub yazdı. îbn Zübeyr'in Kabe'yi İbrahim Peygamberin koyduğu temeller üzerine bina ettiğini, bu temelleri Mekke ahalisinden doğruluk ve adaletle tanınmış birçok kimselerin görmüş olduklarını haber verdi. Abdülmelik, Hac-câc'a yazdığı cevabî mektubunda: Biz îbn Zübeyr'in Kabe'yi yıkması gibi bir kabahat irtikâb etmiyeceğiz. Beyt'in yüksekliğine ilâve ettiklerini bırak. Hıcr'dan Beyt'e ilâve ettiği kısmı çıkarıp eski hâline iade et. Onun açtığı ikinci kapıyı da kapat, emrini verdi, Haccâc da bu emre göre hareket ederek, Beyt'in Hıcr-ı İsmail tarafını yıkıp Kureyş zamanındaki eski vaziyetine döndürdü[30].
Abbasi Halifelerinden Harun er-Reşîd, daha sonra Kabe'yi yıkıp, tbn Zübeyr'in yaptığı gibi eski haline döndürme karanda olduğunu söylerler. Harun Reşîd'in bu kararma karşı, büyük faklh Mâlik bin Enes: «Allah muradını versin, ey Mü'minlerin Emİri! Sakın bu Beyt'i (Kabe) senden sonraki meliklerin oyuncağı haline getirme! Bir başkası çıkar bu şeklini beğenmez, hemen değiştirive-rir. Bir diğeri de yine bunun aksını yapar. Böylece Kabe'nin heybeti insanların gönlünden silinip gider» diyerek Halife'yi bu görüşünden vazgeçilmiştir[31].
Kabe-i Şerifin şu yukarıda saydığımız dört defa yapılışı kesindir.
Üzerinde şübhe ve ihtilâf bulunan beşinci defa yapılışı ise, İbrahim Aleyhisselâm'ın Kabe'yi inşaasından öncesi ile alâkalıdır. Acaba Kabe İbrahim Aleyhisselâm'dan önce yapılmış mıydı, yoksa yapılmamış mıydı?..
Bir kısım haber ve rivayetlerde, Kabe'yi ilk yapan kişinin Âdem Aleyhisselâm olduğu bildirilmektedir. Bu rivayetlerin en barizi, Bey-hakî'nin «Delâilü'n-Nübüvve»'sinde, Abdullah bin Amr'dan rivayet ettiği hadîstir: Abdullah bin Artır, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söyledi: «Yüce Allah, Cebrail (a.s.)'i Âdem ve Havva'ya göndererek, benim adıma ikiniz bir beyt yapınız» diye emretti. Cebrail (a.s.) onlara Kabe'nin projesini çizdi. Âdem yeri kazmaya, Havva da toprakları taşımaya başladı. Nihayet suya isabet etti. Alttan, «Yeter yâ Âdem- diye nida edildi. Âdem ve Havva binayı yapınca; Allah onun etrafını tavaf etmelerini Âdem'e vahyetti. Ona: «Bu bina yeryüzünün ilk beyti, sen de insanların ilkisin» denildi. Sonra asırlar birbirini kovaladı. Nihayet onu Hz. Nûh (a.s.î haccetti. Yine asırlar birbirini takip etti ve sonunda o beyt'in temellerini Hz. îb-rahim (a.s.) yükseltti.» Beyhakİ bu hadisi naklettikten sonra, hadîsin senedinde geçen ravi îbn Lehia, böylece merfû olarak tek kaldı, İbn Lehia zayıftır ve onunla ihticac edilmez demiştir. Buradaki rivayetler ve diğer haberler Beyhakî'nin rivayet ettiği bu hadîsin mânâsına yakındırlar. Ancak bu haber ve rivayetlerin hepsi zayıflıktan ve münker olmaktan uzak değildir. Yine Kabe'yi inşa eden ilk kişinin, Şit Aleyhisselâm olduğu da söylenmektedir.
Bu duruma göre, Kabe bu haberlere ve zayıf rivayetlere güvendiğimiz takdirde çağlar boyunca beş defa yapılmış oluyor.
Ancak bunlardan kesin olarak sabit olana güvenmek en doğrusudur. Bu duruma göre de, yukarıda izah ettiğimiz gibi Kabe dört defa yapılmıştır. Bunların ötesindekini de Allah'ın ilmine havale etmemiz en doğrusu olacaktır.
Üçüncü husus: Resûlullah (s.a.v.) işlerin yoluna konulmasında; anlaşmazlıkların çözümlenmesinde, düşmanlıkların sona erdirilmesinde, kişi ile toplum arasında bazan meydana gelen problemleri çözmede uyguladığı metod ve hikmetli davranışları sayesinde, kanla sonuçlanacak olan bir düşmanlığı daha önledi. Anlaşmazlık onların arasında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, nerdeyse aralarında korkunç bir savaş çıkacaktı. Abdüddar oğulları, kan dolu bir çanağı ortaya çıkarıp, sonra Adiyy oğullarıyla birlikte ellerini bu kana batırıp, ölmeyi göze aldıklarına dair yemin ettiler ve sözleştiler. Kureyş, böylece dört veya beş gece geçirdi. Sonunda bu fitne ateşinin sönmesi yine Resûîullah'ın eliyle oldu. Biz, bu meziyyeti Resû-lullah'm fıtratında bulunan dâhiliğe ve yaratılışında bulunan zeki-lige hamletmekten ziyade, Allah'ın onu risâlet ve nübüvvet yükünü taşıması için seçmesine yâni peygamberliğine veriyoruz.
Resûlullah (s.a.v.)'in yaratılışındaki temel esas, onun bir peygamber yâni Nebi ve Resul oluşudur. Bu esasa mebnî olarak zekâ ve dehâ gibi diğer meziyyetler, risâlet ve nübüvvetten sonra gelirler.
Dördüncü husus: Bu da Resûîullah'ın Kureyş'In ileri gelenleri arasında, onların çeşitli derece ve tabakalarına göre mevkisinin yüksekliğini göstermektedir. Resûlullah onların arasında -el-Emîn» güvenilir kişi lâkabını almıştı. Kureyş'in tümü tarafından sevilmişti. Hz. Peygamber konuştuğu vakit, sözünün doğruluğunda, kendisiyle karşılıklı iş yapıldığı zaman ahlâkının güzelliğinde, ondan yardım istendiğinde ve itimad edildiğinde, samimiyetinin üstünlüğünde asla şübheye düşmüyorlardı.
Ama, Resûlullah'a Allah katından peygamberlik görevi geldikten ve kendisini yalancılıkla itham edip, inatla ve eziyetle karşı koyan şu kavmine, Allah'ın emirlerini tebliğ etmeye başladıktan sonra, bu kişilerin kalblerini dolduran kin ve inadın ne dereceye vardığını olaylar bize gösterecektir. [32]
5- Hîrâ Mağarasındakî İnziva
Resûlullah (s.a.v.)'m yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde herşey-den uzaklaşma sevgisi doğmaya başladı. Allahü Teâlâ ona, Hirâ ma-ğarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hirâ mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki mağaradır. Resûlullah orada inzivaya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibâdet ediyordu. Bir defasında on gün, diğer bir defasında da bir aya yakın bir zaman orada kalmıştı. Sonra evine dönüyor, diğer inziva için gerekli olan azığını alıyor, kısa bir zaman sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum, o, mağarada bir halvet halinde iken; kendisine vahiy gelinceye kadar, devam etmiştir. [33]
İbretler Ve Öğütler
Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resülullah'm gönlüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumî olarak müslü-manların hayatında, hususî olarak da İslâm da'vetçilerinin hayatında yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.
Resûlullah'ın bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir müslüman, ibâdetlerin her türlüsünü yerine getirmekle faziletlerle süslenmiş olsa bile; bütün bunlara halvet ve uzlet zamanlarını katmadıkça, o zamanlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı düşünmedikçe, kâinatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o müs-lümanın Islâm'lığı olgunluğa erişemez!..
Bu, gerçek müslümanhğı isteyen bir müslumanın hakkındaki ölçüdür. Artık, nefsini, hak yola rehberlik eden ve Allah da'vetç;-sinin yerine koymak isteyen bir kişinin durumu nasıl olur, onu da varın siz tasavvur edin?..
Bunun hikmeti şudur-, İnsan nefsinin birtakım âfetleri vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dünyanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma hususundaki nefs muhasebesi giderir. Buna göre kibir, kendini beğenme, hased, riya ve dünya sevgisi hepsi nefsin âfetleridir. Ve bu hallerin sahibi zahirde sâlih amel ve makbul ibâdetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, için için yıkılmakta, kalbinin derinliklerinde gulgule ve nefsi üzerinde ağır bir yük bulunmaktadır. Ve bu âfetlere hiçbir çare yoktur. Ancak bu âfetlerin malûlü nefsiyle başbaşa kaldıkça bunların hakikatini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun Hâlik-ı A'zam huzurundaki zavallı halini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab gününün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle ikabınm ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek... îşte bu sürekli ve derin düşünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler, kalbi irfan ve saffet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belâlarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.
Müslümanların hayatında umumi olarak, İslâm da'vetçileri İçin de hususî olarak, yüksek bir önemi haiz diğer bir husus da; kalb-de Allah sevgisinin yoğrulmasıdır... Bu da, kendini Allah uğrunda feda etmenin, o yolda cihadın, uygun bir şekilde tutuşturulmuş her da'vet meş'alesinin esasıdır ve kaynağıdır. Allah sevgisi, mücerret akli imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet böyle olsaydı, müsteşrikler Allah'a ve Resûlü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resûlü'ne karşı sevgi ile dolup taşardı. Halbuki şimdiye kadar sen âlimlerden birinin matematik ka-idesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temizlediğini duydun mu?
Allah sevgisine, O'na imandan sonra, yegâne etken Allah'ın nimetleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uzlete çekilmekle tamamlanır.
Bir müslüman bunu yaptığı ve bu ödevi yerine getirmeye hazırlandığı zaman, bundan dolayı onun kalbinde çok büyük bir ilâhi muhabbet yeşerir. Bu muhabbet sebebiyle insan, her büyüğü küçük, mağrurları ise hakir görür. Ve artık her türlü azab ve işkence basit, her tür horlama ve istihza ayağının altındadır. İşte bu öyle bir hazırlık dönemidir ki; Allah da'vetçileri o dönemde kendilerini ile-
riki dönemler için silâhlandırırlar. Yâni bu uzlet dönemi, Yüce Allah'ın sevgilisi Hz. Muhammed'i İslâm da'vetinin yükünü çekmek için yetiştirip hazırladığı dönemdir. Çünkü korku, sevgi ve ümit-den dolayı kalbde bulunan vicdanî kuvvetler (motivler, güdüler) soyut aklî anlayışın yapamadıklarını yaparlar. Endülüslü büyük âlim hnâm Şâtibî (Allah rahmet eylesin) bu motivler konusunda, müs-lümanları ikiye ayırdığı vakit bu gerçeği keşfetmişti. O, islâm'ın genel etkisiyle teklifler dairesine giren avam müslümanlar; diğeri akıl ve anlayıştan daha etkili olan birşeyin şevkiyle bu teklifler dairesine giren aydın müslümanlar diye ikiye ayırmıştı. Bu konuda şöyle der: «Birinci grubun durumu; hiçbir fazlalık olmadan iman akdi ve İslâm akdinin hükmüyle amel eden kişinin durumu gibidir. İkinci gruubun hali ise; korkunun, ümidin veya sevginin baskın çıkmasıyla amel eden kişinin hâli gibidir. Korku itici bir kamçı, umut komutan ve yol gösterici, sevgi ise taşıyıcı bir akımdır. Korkan kişi meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Meşakkatten doğan korku, meşakkatli olsa bile daha ehvenine karşı sabretmeye sevkeder. Umutlu kişi yine meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Ne var ki tam bir rahatlık içindeki umut tüm yorgunluğa karşı sabretmeye sevkeder. Seven kişi, sevdiğini arzulayarak, gayret sarfetmek-le amel eder. Zorluklar kolaylaşır, uzaklık yakınlaşır ona. Gücü tükenir, muhabbetin ahdini yerine getirdiğini ve nimetin şükrünü ödediğini görmez olur[34]».
Kalbdeki vicdanî kuvvetleri pekiştirmek için çeşitli yollar edinmek, müslümanların zarureti üzerine icma ettikleri konulardan biridir. Araştırmacılar ve İslâm ulemasının çoğunluğu tarafından «Tasavvuf» diye isimlendirilen; bir kısmının «ihsan», tbn Teymiyye[35] gibi bir kısım âlimlerin ise «ilm-i sülük» diye nitelendirdikleri şeydir.
Resûlullah'ın, bi'setine doğru sık sık başvurduğu bu uzlet, içinde bulunan bu itici duyguları takviye için başvurduğu yollardan biridir.
Ne var ki; halvet (yalnızlığa çekilme)'in mânâsını bazıları gibi halktan uzaklaşma şeklinde anlamak uygunsuz olur. Onlar halveti, kendilerinin toplumdan kaçışlarına göre anladılar. Bu tür uzlet, tümüyle insanlardan yüz çevirmek, dağları ve mağaraları vatan edinmek, bunu fazilet saymak demek olur.
Bu anlayış, Hz. Peygamber'in dosdoğru yoluna ve onun muhterem ashabının da yoluna ters düşmektedir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, yalnızlığa çekilmekten maksad, ıslah-ı hâl için çare olarak halveti seçmektir. Çare olarak alman ilâç gerektiği vakit ancak yeterli derecede alınmalıdır. Aksi halde sakıncalı bir hastalığa dönüşür s altlı kişilerin hal tercümelerinde, insanlardan uzaklaşıp uzlete devam eden kişileri gördüğümüz vakit, bunu onların kendilerine mahsus özel hallerine atfetmek gerekir. Onların bu durumları insanlara delil olamaz.. [36]
6- Vahyin Başlangıcı
Buhâri'nin rivayetine göre, vahyin başlangıcının nasıl olduğunu bize en güzel şekilde anlatan Hz. Âişe'dir. Hz. Âişe şöyle der: «Allah'ın elçisine ilk gelen vahiy, uykuda iken sadık rü'ya ile başlamıştır. Onun her gördüğü rü'ya sabahın aydınlığı gibi ortaya^ çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hirâ mağarasında ibâdet ediyor, azık almak için eve geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Nihayet Allah'ın Resulü, Hirâ mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. Şöyle ki; O'na melek gelip, -Oku!» dedi. O da, «Ben okumak bilmem» cevabını vçrdi. Resûlullah (s. a.v.) buyurdu ki; «O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: «Oku» dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim. O, beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine oku dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı. Ve beni bıraktıktan sonra: «Yaratan Rabbinin adıyla okulO insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten, bol kerem ve ihsan sahibidir» dedi. Bu âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice'nin yanına geldi ve: «Beni örtünüz» dedi. Korkusu geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına gelen olayı eşine anlatarak: «Kendimden korkuyorum» dedi. Bunun üzerine eşi: «Allah'a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin» diyerek, onu teselli etti. Bundan sonra Hatice, Resû-lullah'ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel'e götürdü. Bu zât câhi-liyye çağında hristiyan olmuş, İbranice'yi bilir ve İncil'den nasibi nis-betinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Vara-ka'ya, «Amcaoğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?» dedi. Varaka: «Kardeşimin oğlu, ne var?» deyince, Resûlullah başından geçeni anlattı. Bunun üzerine Varaka; -Gördüğün, Allah'ın Mûsâ'-ya indirdiği Nâmûs-u Ekber'dir. Keşke senin da'vet günlerinde genç olsaydım da, kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim» dedi. Allah'ın Resulü de; «Onlar beni çıkaracaklar mı?» diye sordu. O da; «Evet, senin gibi birşey getirmiş, yâni vahiy tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin da'yet günlerinde yetişirsem, sana yardım ederim» diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti. O sırada bir müddet için vahiy kesilmişti.»
Vahyin kesildiği zaman konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları üç yıl, bazıları daha az olduğunu söylemişlerdir. Tercih edilen görüş, Beyhakî[37]'nin rivayet ettiği altı aylık bir dönemdir. Sonra Bu-hârî, Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan «Fetretü'1-vahy» konusunda şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah (s.a.v.) Fetret-i vahiyden bahsederken söz arasında buyurdu ki; «Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hirâ'da bana gelen Melek (yâni Cebrail a.s.) sema ile arz arasında bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum. Evime dönüp beni örtün, beni örtün, dedim. Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri: «Ey örtüye bürünen Resulüm, kalk da sana iman etmeyenleri korkut. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temizle, kötü şeyleri terke devam et[38]» âyet-i kerîmelerini indirdi. Artık vahiy kızıştı da ardı arkası kesilmedi...» [39]
İbretler Ve Öğütler
Bu, «Bed-ul Vahy= Vahyin Başlangıcı» hadîsi, dinin akaid ve şeriatle ilgili hakikatların tümünün üzerine kurulduğu temel esas olur. Bu hadîsi iyi kavramak ve ona kesinlikle inanmak, Hz. Peygam-ber'in getirdiği gaybi hallere ve şer'î emirlere kesinlikle inanmayı gerektiren bir giriş niteliğindedir. Çünkü «Vahyin hakikati, kendi kafasından düşünüp akıl ve görüşüyle kanun yapmaya kalkışan insanla, herhangi bir değiştirme ve kısaltma veya fazlalık yapmadan doğrudan doğruya kendi Rabbi'nden aldığı emir ve yasakları insanlara tebliğ eden insan arasında yegâne ayırıcı çizgidir.
Bundan dolayı, İslâm'a şübhe sokmak isteyen din. düşmanları; Resûlullah (s.a.v.Vın hayatındaki vahiy mes'elesiyle meşgul olmaya önem veriyorlar ve vahyin hakikatma birşeyler katmak; vahiyle ilhamı birbirine karıştırmak veya vahyi şuuraltmdaki şeylerin şuur üstüne çıkması olarak nitelendirmek, hattâ sar'a (histeri) hastalığı olarak göstermek için, yorucu bir fikrî çalışmaya giriyorlar. Onlar «vahiy» konusunun, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiklerine olan imanın ve müslümanların inançlarının kaynağı olduğunu bildikleri için böyle yapıyorlar. Din düşmanlarının, vahyin hakikati ile ilgili olarak ortaya attıkları şübheler tutarsa; vahiyden kaynaklanan ahkâm ve akaidin tümünü inkâr etmeleri kolaylaşmış olur. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.v.)'in uymaya çağırdığı ahkâm-ı şer'iyye ve prensiplerin tümünün, onun şahsî düşüncesinin ürününden başka birşey olmadığı fikrini yerleştirmeleri imkânı doğar...
İslâm'a karşı fikir savaşı ilân eden ve durmadan iftirada bulunan İslâm düşmanları, bu gayeyi gerçekleştirmek için, vahiy olayını te'vile ve onu apaçık hakikatından uzaklaştırarak, tarihçilerin bize naklettiği sahîh hadîslerin bahsettiği şeklini tahrife yeltendiler. Onlardan herbiri batının uydurma düşüncelerinden kendi aklına uygun olanım buna ilâve etti...
Onlardan, şöyle düşünenler bile vardır: Hz. Muhammed (s.a.v.) devamlı gelişen bir keşf yoluyla, içinde bir akide (inanç) oluşuncaya kadar düşünmeye devam etti. Sonunda o akideyi, puta tapıcıhğı yıkmaya yeterli görüyordu. Bundan daha da katmerli iftira şu sözün yayılmasıdır: Ancak Hz. Muhammed (s.a.v.), Kur'ân'ı ve İslâm prensiplerini Rahib Bahira'dan öğrendi. Hattâ şu sözü söyleyenler bile çıkmıştır: İş, ne şöyle, ne de böyledir. Fakat Muhammed (s. a.v.) asabi bir adamdı veya sar'a (histeri) hastalığına yakalanmış bir kimse idi[40].
Biz, akıllı bir kimseye, onları gördükten ve duyduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) Jin nübüvvetini inkârdan başka bir çıkış yolu bırakmayan şu tuhaf hilekârlıklara bakınca; İmam Buhârî'nin hadîsinde şimdi arzetmeye çalıştığımız haliyle, Resûlullah'a vahyin inmeye başlam asındaki apaçık ilâhi hikmeti bütün niteliğiyle görebiliyoruz:
Vahyin perde arkasından gelme imkânı olduğu halde niçin Re-sûlullah ilk defasında, Cebrail'i dünya gözü ile gördü? Niçin Yüce Allah, Resûlü'nün kalbine, Cebrail'i görmesinden dolayı korku bıraktı ve onu tanımasında hayrete düşürdü? Halbuki Yüce Allah'ın kendi elçisine karşı taşıdığı sevgi ve onu koruması, onun kalbine sükûnet vermesini gerekli kılardı. Böyle olunca da artık o hiçbir şeyden korkmaz ve ürpermezdi. Niçin Peygamberimiz, mağarada kendisine görünen varlığın cinlerden garib bir yaratık olmasından korktu da onun Allah katından gelen emin bir melek olmasına yormadı? Niçin bundan sonra, vahiy uzun bir müddet kesilmişti? Halbuki Resûlullah (s.a.v.) vahyin kesilmesinden dolayı büyük bir umutsuzluğa kapılmıştı. Hattâ O, îmâm Buhârî'nin rivayet ettiği gibi dağların uçurumlarından kendisini aşağı atmaya niyetleniyordu.
Bu sorular, vahyin ilk başladığı şekle nisbetle çok tabiîdir. Bunların cevabını düşündüğümüzde, derin bir hikmeti ihtiva ettiğini görmekteyiz. Daha doğrusu bağımsız düşünen bir adam, o hikmette-, İslâm'a fikri savaş açanların ortaya attıkları şirke düşmekten, bâtıl ve uydurma hileleriyle etkilenmekten koruyacak saf hakikati bulacaktır.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm Hirâ mağarasında aniden karşısında Cebrail'i gözüyle görünce irkildi. Cebrail (a.s.) ona: «Oku!» diyordu. Neticede, vahiy olayının hallüsinasyona hamledilecek dahilî ve şahsî bir iş olmadığı ortaya çıkıyor. Vahiy olayı, yalnızca insanın iç yapısı ve nefsiyle alâkası olmayan, harici bir hakikati telâkki etmek (almak) ve onu kabul etmekten ibarettir. Meleğin Hz. Peygamber'i üç kere sıkması, sonra her defasında «Oku* diyerek bırakıvermesi, bu haricî telâkkiyi destekleme ve bazı aleyhte tasarıları reddotme hususunda te'kid olarak nitelendirilebilir. Yâni bu olay, asla dahili bir hayal görme olayı değildir.
Resûlullah'm, görüp işittiklerinden dolayı içine korku ve ürperti düşmüştü. Hattâ O, mağaradaki halveti (yalnızlığa çekilmesi) ni yanda kesip, yüreği titreyerek sür'atle eve dönmüştü. Her aklı başındaki düşünür için şurası açıkça ortadadır ki; Resûlullah, dünyaya yaymak üzere sorumlu tutulacağı peygamberlik görevine hiç arzu duymamıştı. Zaten şu vahiy olayı, Hz. Peygamber'in bazan aklından geçirdiği birşeyi tamamlar veya onunla uyum sağlar bir şekilde olmamıştı. Vahiy olayı, onun hayatını sarsacak bir şekilde daha önceden hazırlıksız, olarak aniden onu gelip sarmıştı. Hasılı bu durum, kendinde devamlı ve tedrici bir keşif yoluyla, da'vet etmeyi tasarladığı bir akidenin oluşmasına kadar, akıl ve tefekkür yoluyla yetiştiren, "bir insanın işi değildir.
Sonra, gerçekten ilham hallerinden veya hayalet görmekten yahut ruhi coşkunluk ya da ulvi düşüncelerden olan bir şey-, korkuyu, ürpertiyi veya renk değişmesini gerektirmez. Bir taraftan aniden korku ve ürperti ile karşı karşıya gelme ile diğer taraftan düşünce ve tefekkür içinde derece derece gelişme arasında bir bağlantı kurmak mümkün değildir. Aksi takdirde tüm düşünür ve mütefekkirlerin, bu korku halini ve şaşkınlıklarını, defalarca yaşamaları gerekirdi!.
Her okuyucu da bilir ki, korku, ürperti, vücudun titremesi, renk değişmesi ve bunların tümü rol ve gösteriş için yapılmasına imkân bulunmayan zarurî infiallerdir. Hattâ Hz. Peygamber'in rol yaptığım ve h-leye başvurduğunu ve bi'setten önceki bilinen tabiatının (hâşâ) tam tersine dönüştüğünü düşünsek bile?..
Resûlullah'ta görülen, ani korku halinden daha öte, mağarada gördüğü; kendisiyle konuşan ve kucaklayıp sıkan bu varlığın, cinlerden bir garip yaratık olması vehmine kapılmasında gerçek kendini gösteriyor. Çünkü Or bu olayı hanımı Hatice'ye haber verirken şöyle demişti: «Kendimden korkuyorum.» Yâni bana cin çarpmış olabilir veya aklımı oynatabilirim... Fakat Hz. Hatice, Peygamberimizin kendisinde övünülecek vasıflar ve üstün ahlâk bulunduğu için cinlerin ve şeytanların ona bir zarar veremiyeceklerini belirterek eşini teskin etmişti.
Halbuki Cenâb-ı Hak, kendi elçisinin kalbini teskin etmeye yeterdi. Onunla konuşan bu yaratığın ise, kendisinin insanlara peygamber olarak gönderildiğini haber vermek için gelen, Allah'ın meleklerinden bir melek olan Cebrail'den başkası olmadığı hususunda, onun nefsini yatıştırmaya kadirdir. Ama şu eşsiz ilâhî hikmet Hz. Muhammed Aleyhisselâm'm [peygamberlikten önceki şahsiyeti ile ondan sonraki şahsiyeti arasındaki farklılığı ortaya çıkarıyor. Re-sûlullah'ın zihninde, îslâm şeriatının ve akaidinin temel esaslarından herhangi birinin daha önceden oluşmadığını ve akabinde, o esasa da'vet edeceğini de düşünmediğini, açıklamayı murad ediyordu...
Yine Yüce Allah'ın, Hz. Hatice'ye Peygamberimizi, Varaka bin Nevfel'e götürmesini ve durumu ona anlatmasını ilham etmesinde şunlar var:
a- Resûlullah'm karşılaştığı bu durumun, kendinden önceki Peygamberlere de inmiş olan ilâhî vahiy olduğunu pekiştirmek...
b- Resûlullah'm gördüğü ve duyduğu şeylerin tefsirinden çıkacak çeşitli düşünce ve korku sebebiyle ruhunu kaplayan örtüyü yırtıp, atmak.
Ama bundan sonra vahyin kesilmesi (ve bilinen ihtilâfa göre bu kesintinin altı ay veya daha fazla sürmesi) konusuna gelince, o da yine eşsiz ilâhi bir mucizeyi ihtiva etmektir. Çünkü vahyin kesilmesi olayı, tslâm düşmanlarının, ilâhî vahyi Peygamberimizin uzun uzadıya düşünmesi neticesinde, özünden çıkmış; ruhî bir coşkunluk ve ruhuna âit dahilî bir oluş olarak yorumlamalarını, en yüksek seviyede reddetmektedir.
Resûlullah'ın, Hirâ mağarasında gördüğü meleğin uzun bir süre kendisinden gizlenmesi. Bundan dolayı kararsızlık içinde kalması. Sonra Cenâb-ı Allah'ın kendisini peygamberlik ve vahiyle şereflendirmeyi murad ettiği halde kendinden sudur etmiş bir kötülük için Allah'ın ona darılmış olması zannı... Kendindeki bu kararsızlığın, içinde bir korkuya dönüşmesi. Hattâ dünyanın ona dar gelmesi. Nefsinin onu helake sürüklemesi. Ne zaman bir dağın tepesine varsa, kendisini oradan aşağıya atmak istemesi. Nihayet bir gün Hirâ'da gördüğü meleğin asli şekliyle, yerle gök arasını doldurmuş olduğu halde O'na: «Yâ Muhammedi Sen Allah'ın insanlara göndermiş olduğu bir elçisin» derken görmesi... Bütün bunlar ilâhî hikmetin gerekleridir. Nitekim bir defasında korku ve ürpertisini yenemeyerek doğruca eve dönmüştü de; kendisine Allahü Teâlâ: «Ey örtülere bürünen peygamber kalk, korkut...[41]» buyurmuştu.
Hakikaten Allah Resûlü'nün başından geçen bu hal, vahyin içten gelen bir ilham, bir türlü delilik olduğu şeklindeki zanları geçersiz kılar. Çünkü, açıkça ortadadır ki ilham ve düşünce sahiplerinin ilhamları ve düşünceleri onların başına böyle bir hal getirmez...
O halde, sahih ve sabit bir hadiste vârid olan tarza göre Bed-ül Vahy hadisi (yâni vahyin başlangıcını bildiren Hz. Âişe hadîsi) İslâm'a şübhe sokarak din düşmanlığı yapan kişilerin, insanları, Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ikram buyurduğu nübüvvet ve vahiy konusunda yanlış bilgilere sevk etmek için gösterdikleri tüm çabaları boşa çıkarmaktadır. Bu durum açıkça ortaya çıkınca, vah.-yin başlangıcının Allah'ın irade ettiği tarz üzere olmasındaki yüce ilâhî hikmet daha iyi anlaşılmış olur.
tslâm düşmanları belki de, «Hz. Muhammed Ashabının arasında iken kendisine vahiy iniyordu da niçin onlardan biri meleği görmüyordu?» diye soru sormaya yönelecekler.
Bu sorunun cevabı şudur: Cebrail yâni melek, gözle görülebilen yaratıkların varlık şartını taşımıyordu. Çünkü, bizde bulunan görme vasıtası, muayyen bir alanla sınırlandırılmıştır. Böyle olmasaydı, herhangi birşeyin gözden uzaklaşması halinde onun yok olması gerekirdi. Allah'ın gözlerde bulunan görme hassasını istediği kadar artırması - çünkü şu gören gözlerin yaratıcısı O'dur - O'na çok kolay olmaktadır. Bu durumda da diğer gözlerin göremediği şeyleri, ö göz görebilirdi. Bu konuda Mâlik bin Nebi şöyle diyor:
«Meselâ; daltonizm[42] bize, bir ışık türünün, her göz tarafından görülemediğini tipik bir örnek olarak bildirmektedir. Yine aynı şekilde, kızıl ötesi ve menekşe ötesi denilen ışık şuaları serilerinin gözlerimiz tarafından görülemediği de bilinmektedir. Bu durumun bütün gözlere nisbetle böyle olduğunu ilmî olarak isbat eden birşey de yoktur. Bazan görme hassasının az veya çok olması mümkün olan gözler bulunabilir[43].
Artık bundan sonra vahyin devam edişi, vahyin hakikatına ve İslâm düşmanlarının arzu ettiği gibi vahyin özellikle nefsî bir olay olmadığına dair işareti, kendisi taşımaktadır. Bu işareti aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:
1- Kur'an ile hadis arasındaki açık ayırıcı özellik: Çünkü Re-sûlullah (s.a.v.) kendi sözleri olan hadîsi, ashabının hafızasına emanet ederken, Kur'an âyetlerinin öncelikle yazılmasını emrediyordu. Hadîs kendisi tarafından söylenmiş sözdür, peygamberlikle alâkası yoktur, demek yanlış olur. Çünkü Kur'an, Cebrail aracılığıyla bizzat harfleriyle ve sözleriyle ona vahyedilmiştir. Ama hadîs böyle değildir. Hadîsin mânâsı ona, Allah katından vahyedilmiştir. Fakat sözleri ve terkibi Hz. Peygamber tarafından düzenlenmiştir. Bundan dolayı Resûlullah, kendi sözüyle, Cebrail'den aldığı Allah kelâmını karıştırmaktan son derece sakınıyordu.
2- Resûlullah (s.a.v.)'dan bazı işler sorulur, o da, onlara ce-vab veremezdi. Bazan onun bu suskunluğu üzerinden uzun bir zaman geçer, sonunda bu soru konusunda Kur'an'dan bir âyetin indiği olurdu. Böylece soru soran kişiye, sorusu konusunda Kur'an'dan inen âyeti okurdu. Bazan da, Hz. Peygamber bir kısım işlerde belirli bir şekilde tasarrufta bulunurdu. Bu tasarrufunu onaylayan Kur'an âyetleri hemen iniverirdi. Bazan da bu tasarrufunu kınayan ve yeren âyetlerin indiği olurdu.
3- Resûlullah (s.a.v.) ünımi (okuma-yazma bilmeyen) bir kişi idi. Halbuki, böyle bir insanın dahilî bir mükâşefe yoluyla, Firavun kıssası, Hz. Musa'nın annesinin kendi çocuğunu denize attığı zamanki kıssası, Yûsuf kıssası gibi tarihî hakikatleri bilmesi mümkün değildir. Bunlar onun ümmi olmasındaki hikmetler cümlesinden sayılmaktadır. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm şöyle der: «Sen bundan önce hiçbir kitab okur değildin ve elinle de onu yazmadın. Öyle olsaydı müşrikler elbette şübhelenirlerdi.[44]
4- Hakikaten Resûlullah'ın kavminin arasında kırk yıl boyunca doğru sözlü olması ve onlar arasında şöhret bulması; bundan da Önce kendi nefsine karşı dürüst olmasını gerektirir. Bundan dolayı Hz. Peygamber vahiy olayını araştırırken, kendisine hayal gördüren bir şübhenin olduğuna karar vermesi gerekirdi.
Ve sanki şu âyet, vahiyle karşılaştığında, içinden geçen şeyleri inceleyişini reddeder mahiyetle gelmiştir: «Eğer sen, sana indirdiğimiz (Kur'an âyetlerinde) de şübhe içinde isen, senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun ki Rabbinden sana hak gelmiştir. Sakın şübhecilerden olma![45]».
Bunun için, Hz. Peygamber'in bu âyet indikten sonra: «Artık ne şübhe ediyorum ve ne de birşey soruyorum» diye buyurduğu rivayet edilmiştir.[46]
[1] Resûlullah'ın, Benî Sa'd yurdunda süt anneye verilmesi ve göğsünün yarılması konusunda şu kaynaklara bakınız: Tehzîbü's-SIyre: 36, tbn Hİşâm, es-Siyre: 1/164, Müslim, Sahîh: 1/101, îoa...
[2] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 61-62.
[3] Tlrralzî, Sünen: 9/236. KİtâbÜ'l-Meıaâkıb.
[4] Rifade: Kureyş'ln câhiliye döneminde kendi araiarjnd» pluşturdukları yardım fonu. Her ,lnsan gücünün yettiği kadar bir para çiKaro ounu biraraya getirerek, büyük bir servet oluştururlar. Sonra da bu para ile yiyecek, Üzüm ve hurma şarabı satın alırlar Hac mevsimi süresince insanlara yedirlr içirirlerdi. Sikaye ise, hacılara su dağıtma htemeline denirdi
1 ResûluUah'ın ehl-i beytinden biri ile veya takva ve salah ehil İle hastalığa şifâ İstemek mtlbahdır. Bu, yağmur duası ve diğerlerinde de aynıdır. Fukaha ve imamların cumhuru bunun üzerinde müttefiktirler. Bak: Fethü'1-Bârî- 2/339,' Neylü'l-Evtâr 2/7, Sübülü's-Selam: 2/134, tbn Kudâme el-Hanbelî. el-Mugni. 2/265.
[5] Irhasat: Peygamberlerde pcyKantberlğündrn ünce zuhur eden hârllculâde İşlpre dfTiır (mütercimler).
[6] Müslim: C ı s 101, 102. Yine Sahih-i Müslim'de Resûlullah'm göğsünün ya- o..tyı, bir defadan f.ı/ia olarak yer almaktadır.
[7] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 62-66.
[8] Yukarıdaki bu olay, îbn Hişâm'ın Siyret (l/180)'inden kısaltılarak alınmıştır. Onu Taberânî, Tarih'inde: 2/287, Beyhaki, Sljnen'inde; Ebû Nuaym, Hllye'-sinde rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin arasında, tafsilât yönünden bazı ihtilaflar bulunuyor. Tİrmizî başka bir tarzda, uzunca olan bu rivayetinde tek ' kalmıştır. Belki de senedinde bazı gevşeklikler vardır. Tirmizî bu hadîsi rivayet ettikten sonra: «Bu hadîs, garib hasen bir hadistir. Biz onu ancak bu şekli ile biliyoruz» demiştir. Bu hadisin senedinde Abdurrahman bin Gazven bulunmaktadır, el-Mizan sahibi ondan bahsederken: «Onun münker rivayetleri vardır» demiştir. Sonra yine Mizan sahibi: «Hz. Peygamber, Ebû T&-İib'le birlikte Şam'a yaklaşmış olduğu haldeki seferinde...... diye bahsedilen
hadisin, Yûnus bin Ebî İshâk'tan rivayetinde de münker kabul edilmiştir» demiştir, tbn Seyyidinnas da ondan bahsederken bu hadîsin metninde nekâ-ret vardır demiştir. Bak: Uyûnü'1-Eser, c. 1, s. 43. Nasıruddin el-Elbânî Mu-hammed el-Gazzalî'nın «Fikhu's-Siyre»'sinin hadislerini tahric ederken bunları bilmesine rağmen, «isnadı sahihtir* demesi, şaşılacak bir durumdur. Halbuki o, Tirmizi'nin sadece: «Bu hadîs hasendir» sözünden başka diğer açıklamalarım nakletmemiştir. Şeyh el-Elbânî'nin, bu hadisten daha çok sahîh olanlarım zayıf kabul etmesi âdetidir. Bu olayın müşterek olan bu kadarı, birçok tariklerle sabittir. Onlara herhangi bir zayıflık ulaşmamıştır.
[9] Bu olayı İbnu'1-Esîr rivayet etmiştir H*kfm de, Ali bin fcbı Talibden rtvâ yet etmiş ve Müslim'in şartı üzere salimdir, demiştir Taberânî ise Ammar bin Yâsir'den rivayet etmiştir.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 66-68.
[10] Bakara sûresi, âyet: 89.
[11] Bakara sûresi, âyet: 146.
[12] En'âm sûresi, âyet: 20.
[13] Bakara sûresi, âyet: 78, 79.
[14] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 68-71.
[15] Bunları İbn Seyyidinnas: «Uyünü'l-EseiVinde, İbn Hacer: «el-îsâbe»'sinde rivayet etmiştir. Hatice'nin eski kocalarının hangisinin evvel olduğunda ihtilâf varid olmuştur. îbn Seyyidinnas'ın tercih ettiğine Katâde ve îbn ts-hâk'in rivayetlerine göre birincisi Atik bin Âiz, ikincisi de Hind bin Zürâre'dir.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 71-72.
[16] Bu hadis de müttefekun aleyhtir. Lâfız İse Müslim'e aittir.
[17] Husumette bile ciddiyetleri yok. Gayeleri, tersinden kazanılacak şöhret!..(Mütercimler)
[18] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 72-75.
[19] Bakara sûresi, âyet: 127.
[20] çıplak olmasının uygun düşmediğinin İhtarıdır bu! . (Mütercimler)
[21] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 76-77.
[22] Bakara sûresi, âyet: 125.
[23] Bakara sûresi, âyet: 127.
[24] Buhari, Kitabü’l-Ehadisü’l-Enbiya, bâb: 9.
[25] Bak: Zerkeşi, İ’lamü’s-Sacid: 46.
[26] Bak: İbn Seyyidinnas, Uyûnü'1-Eser: 1/52
[27] Buhârİ: Kitâbü'1-Hacc, Bâb-ı Fadl-ı Mekke. Ayrıca Zerkeşî, 1'lâmuVSâcid, s. 46.
[28] Müttefekun aleyhtir. Metin Buhârî'ye aittirr
[29] Bak: Îbn Seyyidinnas, Uyunul-Eser. 1/53; ez-Zerkeşî, î'lâmuVSâcid: 46. Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir; Kitâbü'1-Hac. Taberî ve diğerlerinin rivayetine göre, Kabe ateşten sn;ra>diı bir kıvılcımla yanmıştır Çünkü o zaman civarda bir yangın çıkmıştı. Bakınız: Taberı, Tarih 5/498.
[30] Müslim: 4/99...
[31] Müslim şerhi Nevevî ile Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî'de Kabe'yi yıkmayı düşünen kişinin Harun Reşid olduğu kayıtlıdır. Ayrıca, «Uyûnü'1-Eser ile İ'lâmu's-Sâcid» adlı eserlerde Kabe'yi yıkmayı düşünen kişinin, Ebû Cafer el-Mansûr olduğu rivayeti vardır. Ama İmâm Mâlik bin Enes'in Mansür ile Harun Re-şld zamanında yaşadığı bilinmektedir. Bunun için her iki ihtimal de düşünülebilir...
[32] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 77-82.
[33] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 83.
[34] eş-Şâtibî, el-Muvafakat: c. 2, s. 141. Bakınız: Bu kitabın yazarının «Zava-bıtü'l-Maslahat» adlı eserinin, 111, 112. sayfalarına.
[35] Bak: Fetavâ-yı îbn Teymiyye: 10. cüz. İbn Teymiyye nezdinde hakikî tasavvufun kıymetini bulacaksınız. Onun ismini kullanarak kendi bâtıl düşüncelerini yaymaya uğraşanların, ona ne kadar iftirada bulunduklarım yine onun fetvalarından öğrenecekler...
[36] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 83-86.
[37] Bakınız: FethÜ'1-Bârî, c. 1, s. 21.
[38] el-MÜddessir sûresi, âyet: 1-5.
[39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 87-88.
[40] Bak: İslâm Dünyasının Bugünkü Dudurumu; c. 1, s. 38-39.
[41] Müddessir sûresi, âyet: 1-5.
[42] Renk körlüğü ile uğraşan bir bilim kolu (mütercimler).
[43] Mâlik bin Nebî - ez-Zahıretü'1-Kur'âniye; s. 127. Bu kitab «Kur'ân-ı Kerîm Mucizesi» adıyla dilimize çevrilmiştir (mütercimler).
[44] Ankebût sûresi, âvet- 4ft
[45] Yûnus sûresi, âyet: 94.
[46] Bunu tbn Kesir, Katâde'den rivayet etmiştir
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 88-94.
Manşet Haberler
Güncel Haberler
imam
İlahiler
FREE service provided by www.alnumel.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Google Arama Motoru
Yeni Sayfa 1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder